Bir kere yeni mekânın yeri çok sapa. Metroyla geldiğinizde 2. Levent durağında inip Levent Caddesi yönünden çıkarsanız hemen ileride tabelasını görürsünüz dendiğine bakmayın.Mekânın giriş kapısı bahçeye bakıyor. Koskoca bahçede, insan küçücük kapıyı bulmakta zorlanıyor. Bununla bitse iyi, yeni mekânla ilgili çok daha ciddi sorunlar var arkadaşlar...
Bir kere servis çok hızlı, gak deyince yemek guk deyince rakı geliyor. Eskiye göre ayarlanmış ritmimizden dolayı daha lokmamız bitmeden yeni yemek önümüzde oluyor. Gerçi Bahadır “aman ha hemen söyleme geliveriyor sıcak yemek”diye uyardıydı.
Ne kadar hızlı olabilirler ki bu kalabalıkta desem de siparişi ağırdan aldım, 6 dakika sonra yemeğiniz hazır dedi garson. Oha deyip, hele bir deneyeyim şunları deyip “yemeğim sunumdan hemen sonra gelsin” dedim, sunum epey rötar yaptığı halde, bittiğinde urfa kebabım masamdaydı. Acayip, çok acayip.Ismarlarken zamanlamaya dikkat etmek şart..!
Sonracığıma, biz eski köye yeni adet getirilir diye biliriz dimi?
Yök kardeşim, bunlar ters, yeni köye eski adet bir rakı sofrası geleneğini uyguluyorlar.
“Ara çayı”. Çok ayıpladım. Sormadan, standart menüde var mı demeden taze demli çayı getiriyorlar. “Ben çay may söylemedim, fazladan hesap çıkarmayın başıma” dediğimde, ara çayı bu, biz ısmarlıyoruz size dediler.
Sek rakı istediğimde, "Gavur İzmirliyiz demek" deyip sormadan etmeden ehlikeyf getirmeleri ve ehlikeyfin her kadehte yenisiyle değişmesine değinmiyorum bile.
Hatta bir ara garson uzun süre içmediğimi görüp bardağımı ehlikeyften çıkarıp rakınız bitti mi yoksa demez mi? Kardeşim bu kadar ilgi alaka, ne iş? Ben kimim biliyor musunuz, beni ünlü biriyle mi karıştırdınız diye soracaktım…
Bir de yemeklerin kalitesi meselesi var…
Son derece şikayetçiyim. Zaten kiloyu üçü ucuna koruyorum, kardeşim o minik peynirli pide, o kebaplar, hele o nar ekşili roka salatası... Bu kadar da olmaz ki..!
Ne lezzetli şeylerdi onlar yahu.. Tatlı meselesini hala anlamadım. Onca insana o dondurmalı ırmık helvası ya da künefeyi sıcak servis etmeyi nasıl başardılar, pes.
Ben ciddi ciddi kamera şakası yapıldığından şüpheleniyorum.
Gelelim gecenin diğer olaylarına.
Kendisini Profesör Doktor olarak tanıtan Atilla Karaalp’ın buram buram haset kokan sunumu başlıbaşına skandaldı.
Tümüyle doğal, ottan, meyveden, hayvandan üretilmiş güzelim Shiffa’lı ilaçları bir kötüledi ki sormayın. Neymiş efendim tıpta kullanılan ilaçlar bilmem kaç yıllık deneyler ve araştırmalardan sonra piyasaya veriliyormuş da, güvenliymiş de.
Kardeşim, biz hastalanmak için yıllarca senin ilaçlarının Faz 1 Faz 2, ha babam güven kazanmasını mı bekliycez? Hastalanırsak aktarlar, sosyologlar, sosyal bilgiler 1. sınıftan terk ot uzmanları her yerdeler, bazıları tıp bile okumuş. Otumu alırım, doğal doğal şifayı kaparım, di mi ama?
Yok yok, Ati’ninki tamamen çekememezlik, kendisi paraya kıyıp diğer bitki uzmanı herbalist fitoterapistler gibi reklam vermiyor, pahalı otları kampanyada bir tekliğe satamıyor diye demediğini bırakmadı. Hayır, adamlar doğal şarlatan, bi köşede şarlatıverseler ne olur ki?
Yalnız sunumda gözden kaçmayan öyle bir şey vardı ki Mahir’deki değişime tümüyle açıklık getirdi. Son günlerde şeker pembesi gömlekler, Çingene pembesi kulaklı telefonlar, pembe fularlarla bir moda ikonu haline gelen Mahir’deki bu gelişmelerin, sürekli gittiği masaj salonunda kullanılan “ayı yağı”nın kerameti olduğunu anlayınca, Fey abi ve 4B abi gibi bazı ağabeylerimiz yemeği çaktırmadan erken terk edipgeceden aktarların kapısında kuyruğa girdiler…
Yalnız Tevfik Bilgen abimiz’e hayran kaldım. Prof. Dr. Ati’ye öyle sorular sordu ki, Ati yanıt verirken boncuk boncuk ter döktü. Ama ne sorular…
Bitkilerin nereye sürüleceğinden tutun, kimlerin kullanıp nerelerinin ne hale geleceğine kadar ayrıntılı, yalnızlığa nasıl derman olacağına kadar sofistike bir sürü soru…
Tevfik abinin alçakgönüllülüğü de cabası. Geceboyu “bu soruları ben yazmadım, birileri peçeteye çiziktirip altına adımı yazmış” dese de kim inanır? Kadir? Yök valla, Kadir Bardakçı bile inanamadı davudi sesiyle mekanda çığırtkanlık yapıp masalar arası iletişimi sağlarken.
Kitap meselesine gelince. Neden bu işe kalkıştık hiç anlamadım.
Yok efendim, bizi etkileyen kitaplardan seçip getirecekmişiz de, yok başkaları da yararlanacakmış da. Nasıl etkileyecekmiş ki Allahın saman kağıtlı kitabı? Ağaçtan yapılmıyor mu? Hani bitkisel ürünler etkisizdi?
Hadi ikna olduk diyelim. Neden benim getirdiğim güzelim kitap reddedildi? Hazır birileri okuyup bana da anlatır diye, 900 sayfalık “Fundamentals of Psychoanalytic Technique” adli kitabımı getirdiydim. Neymiş efendim öyle kitap mı getirilirmiş. Olmazmış. Mecburen yanımda fasulyeden taşıdığım dandik kitapları çıkarıp verdim.
Yahu okunmuş kitabı okuyup da ne olacak, çok merak ediyorsan sor okuyan anlatsın sana. Okunmuş kitabı herkes okur, maharet okumamakta.
Yemeğin tek iyi yani gecenin sonunda Beşiktaş’tan Çiğo’nun doru atını alıp Üsküdar’ı geçmemizdi.
Yazı uzamasa oraları da anlatırdım. İmparator’a gittik mi? Orada neler içildi? Atı yolda hiç utanmadan neyi itiraf etti? O son birayı içmemeli miydik? Artık bunları da başka zaman anlatırım.
Velhasıl felaket bir ilk Salı toplantısıydı.
Böyle giderse, daha da gelmem yemeğe...
Ayşegol Sütçü´86
Gecenin fotoğrafları için