Şifre: Şifremi Unuttum
     
Üyelik
  Web Üyeliği
  Kullanım Kuralları
Balmed Hakkında
  Tüzük
  Bize Ulaşın
  Yönetim Kurulu
  Dernek Üyeliği
Kariyer
 
  Kariyer Alanı
Alışveriş
  Mağaza
İlan Panosu
  Emlak
  Vasıta
  Eşya
  Özel Ders
  Diğer



ANILAR
YENİ ASIR 4 HAZİRAN 1982 CUMA
BİNBAŞI'DAN HABER VAR
"NEWYORK - GELİBOLU KÜREKLE"
CUMHUR AYDIN'79
"KAYBOLUYORSUN"

"TEBDİLİ MEKAN"
Bi susun yahu, anlatıyorum… Ne diyordum… Gözleri böyle dana gözü gibi büyüdü, vfbüyüdü… Sonra birden, avucunu güm diye masaya vurup, “Kalk ulan kalk!” dedi, “Ulan kalk dedim, ne bakıyorsun, kalk!”

 

Dairenin kıdemlilerinden Niyazi Kancalı’nın manşetinden fırlayan düğme, altıncı kat sağdan dördüncü odanın kirli mozaik zemininde yuvarlandı, süpürgeliğe çarpıp döne döne kabloların arasında kayboldu. İsmet’in ödü koptu. Kendini birden geriye atıverince başını evrak dolabının aralık kapağına çarptı. İyice aptallaştı. Saatlerdir sıraya koymaya uğraştığı dosya yığını dizlerinin üzerinden kayıp, pat pat, ayaklarının dibine düşünce dilinin ucuna yürüyen küfrü de yutuverdi şaşkınlığından. Kalkamadı. Boynunu kısıp çarpmanın şiddetiyle sivri burnunun ucuna inen kalın camlı gözlüklerini orta parmağıyla gözlerine doğru itti. Sadece bunu yapabildi. Ağzı ayrık sureti, evden getirdiği eski masa lambasının tozlu-sarı ışığında dondu, kaldı. 
Gürültüyü işitip başını içeri uzatmaya yeltenen meraklı genç memurelerden biri, masasının etrafından hızla dolanan Sayman Ağaaabey’in üstüne üstüne yürüdüğünü sanıp büyüyen gözlerle asansörün bitişiğindeki merdivenlerden sıvışıverdi. Niyazi atılıp kapattı kapıyı, yüzünü İsmet’e döndü. Donuk mavi gözlerinde çakmaklanan turkuvaz hareler iyice ürküttü berikini.  

 

Sakinliğiyle tanınırdı Niyazi. Dairede, mahallede… Bugüne dek kimse sesini yükselttiğini duymamıştı. Karısının dosta akrabaya anlattığına göre, iki yıl önce kız evden kaçtığında bile ağzını bıçak açmamış, ah ne ettiyse yine kendine etmişti. O günlerde işe elinde sargılarla gelip hiç bir şey olmamış gibi mesaiye devam edince banyo kapısının buzlu camına yumruk attığı söylentisi dahi, pek inanan bulunmadığından, ilk çıktığı ağızda donuvermişti. Niye yalan söylesin, doğrudur, düşmüştür adamcağız.

 

“Kaç yıldır aynı yerde duruyoruz oğlum biz? Sıkılmadın mı hiç sen! Kalk!”

 

Tırtıklı bir  “Abi…” çıktı İsmet’in ağzından, gerisini getiremedi. Kalktı nihayet. Kafasını hatırladı. Bir eliyle  tepesini ova ova sindi dolabın önüne. Şakakları uyuşmuştu.

 

İşi asıp Sakarya’da iki tek atmaya gidelim, diyecek sandım… Öyle dese iyi…

 

Niyazi büyük bir adım atıp yerdeki telli dosyalardan birkaçını kaptı, cam kenarındaki masasının üstüne attı. Memuriyette adetti, manzaralı masada odanın kıdemlisi otururdu. Ama ne manzara! Odaya bakan cephesi boydan boya kuş boku sıvalı yurt binasının, otomatı durmadan arızalanan kapkara apartman boşluğu pencereleri… Ancak uzun bir tamlamayla tasvir edilebilecek türden bir iç karartısı… Yine de insan oturduğu yerden azıcık doğrulunca parkın önündeki kestane ağaçlarını, cama iyice yanaşıp sağa doğru eğilince de yaprakların arasından kaydırakları, salıncakları görebiliyordu. O da bir şeydi.

 

Ortada dikilip başıyla işaret etti Niyazi:

 

“Evet, bakma öyle. Yerimizi değiştiriyoruz. Sen buraya, ben oraya…”

 

Derin yüz çizgilerine belli belirsiz bir tebessüm yayılmıştı, dudaklarının kenarında İsmet’i iyice işkillendiren sinsi, şeytani bir gevşeme…

 

Delirdi zaar… Gerçi bir haller olduğunu anlamıştım bir süredir. Anlamıştım da, bunca bunaldığını bilememişim… Son günlerde oflayıp puflamaya başlamıştı. Arada bir ayaklanıp elleri arkasında, ayakkabılarına baka baka dört metrekarelik alanın içinde volta atmaya kalkıyor, sığamayıp geri oturuyordu. Borcu vardır belki. Kimin yok? Şu yeni yetme şube müdürü bi laf etti herhalde… Hanım da dırdır ediyordur, olur ya... Oğlanlar… İkisi de en sorunlu çağında. Büyüğü haytalık peşinde, kazanamadı yine, dershaneye gidiyor. Yine bir sürü para. Tekne kazıntısı da daha yeni başladı ilkokula. Yoktan anlamaz. Ha bire onu isterim, bunu isterim diye tepiniyordur allah bilir… E ne var bunda bu kadar? Asker arkadaşı Uludağ’a çağırmış, çoluk çocuktan uzakta kafa dinleyelim birkaç gün demiş. İyi ya, gitsin işte! Parayı mı denkleştiremedi? İstese çeker bankadan verirdim ben… İstemez. Gurur yapar. Sorsan, anlatmaz. Susar hep… Yok, yok, üşüttü bu. Olacağı buydu. Ona sus, bunu dinle, hiç konuşma, hep dinle… Düşün dur. Hindi gibi. Evliya olsa çatlar insan.

 

Biraz aklı başına gelir gibi olunca, polisiye bir heyecana kapıldı İsmet. Sabahtan akşama dosya tasnif etmektense… Acil durum muhakemesi geliştirmeliydi hemen. Şüphelinin  bakmadığı anı kollayıp eliyle çıkık çenesini sıvazladı. Gözlüğünü düzeltti yine. Gözbebekleri küçüldü. İkilemdeydi: ya hızla kapıya yüklenip kendini dışarı atacak ya sakinleşene kadar hiç karşı çıkmadan ne diyorsa onu yapacaktı. Bunca yılın hatrı dikildi önüne. Hem büyüğüydü Niyazi… Hikayenin sonunu da merak ediyordu bir yandan. Hiç yoktan bir haftalık malzeme.

 

Bunaltılıydı hava başkentte. Karanlık… Hiç konuşmadan dönenmeye başladılar küçücük odanın içinde. Bir bir taşıdılar eşyayı, o masadan bu masaya, buradan şuraya… Üç adımlık mesafe…

 

Arada dayanamayıp içeri bakmaya yeltenenler, İsmet’in kaş göz işaretleriyle burunlarını  kapı aralığından çekip çıktılar. İsmet arada bir, kaçamak, Niyazi’ye baktı. Pas yok!

 

Aşağıdaki pidecinin buruş buruş peçeteleri çıktı çekmece diplerinden. Geçen yıl kapanan dönercinin kolonyalı mendilleri,  zincir zincir paslı ataçlar, eski kartvizit kutusunun içinde çoğunun tarihi geçmiş ağrı kesiciler, gaz gidericiler, tansiyon hapları, arkası kullanılır diye atılamayan ve hiç kullanılmayan bilgisayar çıktıları, bir kaç kurumuş dolmakalem kartuşu, eski ajandalar, simit susamları, ışıksızlığın sakladığı milyarlarca toz zerreciği, bir kaç karasinek kurusu, sümüksü örümcek ağları… Bu ne umduran ne bulduran hayatı öylece bırakıp, ben gidiyorum arkadaş, diyememenin ağrısı… Çaresizliğin, ruhun kuytularına yuvalanmış ciyak ciyak haşeratı… Ataletin insan yiyen kımıl kımıl mahlukatı…

 

Öğleden sonra üç gibi yerleştiler nihayet.

 

“Ben elimi yıkayıp geleyim abi”, dedi İsmet çekine çekine. Tek derdi bir an evvel kendini dışarı atmaktı. Ders kaynamıştı. İş miş yapılmazdı artık. Oh ne ala! Bir gözü Niyazi’de, ayaklarının ucuna basarak çıktı, hızlıca kapattı kapıyı arkasından. Pusudaydı dışarıdakiler.

 

İri avuçlarıyla masayı kenarlarından kavrayıp oturdu yeni sandalyesine Niyazi Kancalı.  Derin bir soluk alıp arkasına yaslandı. Düğmesiz manşetini iki parmağıyla bitiştirip geri bıraktı. Doğruldu. Masa lambasının düğmesine dokundu. Gözlerini kısıp karşı masaya, karşı masadan kendine baktı. Rahatladı. Aniden başlayan yağmur tıpır tıpır dövmeye başladı camları. Karşı binanın pencerelerinde sıra sıra guguk kuşları…

 

 

--

 

 

 

<<< geri

Diğer Yazıları:
 
eNroll® CM
BALMED, İzmir Koleji ve Bornova Anadolu Lisesi Mezunlar Derneği 2018