Annem, çok daraldığında, "şöyle alıp başımı dağlara kaçıp, gitmek istiyorum." derdi...
Annem, çok daraldığında, "şöyle alıp başımı dağlara kaçıp, gitmek istiyorum."derdi... Otuz yıl, babamın peşinden Anadolu’nun o köşesinden bu köşesinesavrulmuş, her gittiği yerde eş dost tanımadan bir başkasına yollanmak zorundakalmıştı... Ailesi İstanbul’da, uzak, çocukları dışarıda, onun deyişiyle"gurbette", çoğunluk yalnız başına ev işleriyle boğuşup durdu...Alçakgönüllü bütçe yılda bir kez bir haftalığına annesini ve kız kardeşiniziyarete izin verir, yine çoğunluk beni de peşine takar, heyecanla yola düşerdi. Bir gün mutlaka Eyüp Sultan ve Merkez Efendi gibi yatırların ziyaretine ayrılır,sona doğru bir gün de beraber şehir hatlarıyla bir boğaz sefası yapardık...
İzmir Fuarında bir gece tahta sandalyeler üzerinde onbeş-yirmi sanatçılı EkiciÖver programlarını izlemek de en büyük lükslerimizden biriydi... Yalnız bu özelgecenin ilk saati annemin sandalyelerin darlığından ve yerimizin kötülüğündenyakınmasıyla geçer, kadıncağız son iki saatte uyur gider, Cem Karaca ve EdipAkbayram gibi sona kalanları izlemesi kısmet olmazdı...
Küçük Anadolu kasabalarında kadın matineleri de belki bir ferahlamaydı... Berabergittiği komşular, annemi en az bir saat önceden birkaç kez uyarırlardı, çünkübir yere zamanında gitmek için hazırlandığı vaki olmazdı... Türkan Şoray'ısevmez, Hülya Koçyiğit ve Fatma Girik'i beğenirdi. "Kızıl Vazo", "ArtıkSevmeyeceğim" gibi filmleri üç-beş mendille ancak tamamlardı... Yıllar sonra,onu İzmir Çınar’da "Şampiyon" filmine götürmüştüm. Ağlamaktan gözleri şişmişdışarı çıkarken, bana "Mahsus mu yapıyorsun?" diye sormuş, azcık da kızmıştı...
Bayram öncesi alışverişler ayrı bir tantanaydı... Çoğunluk giysi, ev eşyası alınan küçük yerin tek mağazasına beni elimden tutup götürür, en fazla iki modelayakkabıdan birini seçmek zorunda kalmamıza aldırmaz, "Mazhar'ın mallarısağlamdır" diye durumu geçiştirirdi... Sonraları Kemeraltı'nda alışveriş onun enesaslı kaçış zamanlarıydı güya... Dönerken mutlaka, kışın boza, yazın karadutiçer, eve girdiğinde, "Ayy öldüm. Milletin işi gücü yok, sokaklara üşüşmüş"deyip sızlanırdı...
Hayat ve Ses mecmuaları bir başka kaçamağıydı. Sonraları, TV'de 7 Gün’ü falan daelinden düşürmez olmuştu... Ayda bir Burda'sını alır, kocaman patronları masanınüstüne serer, başa çıkamayınca, "Amaan, eksik bu" deyip kaldırırdı. Yazları,evimizin azcık uzağında olur da bir tanıdığına gitmeye niyetlense, sabahtan beniyola çıkarır "Git, Haticanımlara, bir manileri yoksa annem öğleden sonra gelecekde." derdi.
Bazı akşam üstüleri "Bakink povder" almaya bakkala gönderir, "al bizim defteride yanına, sonra hesaplar tutmuyor" diye tembihlerdi... Güzel kekin kokusuevimizi kaplar, sütlü kahvenin yanında pek de iyi giderdi. Kimi sabahları uzuneşek partilerinden nefes aldığımızda, eve koşar onun hazırladığı dolma içininbaşına çökerdim. Bazen, "oğlum bu kavrulmadı, yenmez" diye beni uzaklaştırırdı.
Ama, bir tek gün olsun "alıp başını çekip, gidemedi."
Fuarlar açılırken, Hazinses'ler ölürken, annemin o tekdüze yaşamını aydınlatanlar usuma düşer, onun "çekip gidemediğine" hayıflanırım... Yalnız onamı? Çocukluğumun uçup gittiğine, güzelliklerin yitirilişine de yüreğim burkulur...
Daha küçük şeylerle mutlu olmak mıdır ıskaladığımız şimdi, yolun yarısını geçtiğimizin hüznü mü, yoksa kalabalıklara karşın yalnızlığımız mıdır, bu özlemikoyulaştıran...
Yoksa yoksa, tüm koşuşturmama karşın, benim de "bir tek gün olsa bile alıp başımı gidemeyeceğimi" giderek kabullenmiş olmam mı boğuyor beni şimdi...