Şifre: Şifremi Unuttum
     
Üyelik
  Web Üyeliği
  Kullanım Kuralları
Balmed Hakkında
  Tüzük
  Bize Ulaşın
  Yönetim Kurulu
  Dernek Üyeliği
Kariyer
 
  Kariyer Alanı
Alışveriş
  Mağaza
İlan Panosu
  Emlak
  Vasıta
  Eşya
  Özel Ders
  Diğer



ANILAR
YENİ ASIR 4 HAZİRAN 1982 CUMA
BİNBAŞI'DAN HABER VAR
"NEWYORK - GELİBOLU KÜREKLE"
CUMHUR AYDIN'79
"KAYBOLUYORSUN"

"KARA KAPTANLIĞINDAN DENİZ MİÇOLUĞUNA"
Garip bir döngü ihtiyacı var insanın.Zaman akışını bir an bile değiştirmediği ve bir yılda diğerinden farklı birimlerle akmadığı halde sanki yeni başlangıçlarda yeni bir boyutta akacakmış gibi zaman,kendimize sonlar ve başlangıçlar işaretliyoruz takvimde.

KARALARIN KAPTANLIĞINDAN DENİZLERİN MİÇOLUĞUNA...

Yılın son günleriydi.

Yerine yenisinin geleceğini bildiği her şeyin sonunu hoyratça kullanır ya insan, benim de zamanı en hoyrat kullandığım günlerdi bunlar...

Elimdeki işleri yıl sonuna yayıyor, yeni planlar yapsam da birşeylere başlamayı hep yeni yıla erteliyordum.

Garip bir döngü ihtiyacı var insanın. Zaman akışını bir an bile değiştirmediği ve bir yılda diğerinden farklı birimlerle akmadığı halde sanki yeni başlangıçlarda yeni bir boyutta akacakmış gibi zaman, kendimize sonlar ve başlangıçlar işaretliyoruz takvimlerde...

Asıl yenilenme ihtiyacı insanda..

Bütün bunları düşünüp gene de zamanımı hoyratça harcamaktan geri duramadığım bir gün gelen bir telefon çağrısıyla zamanı zamana, eski yılı yeni yıla ekleyiverdim ben.

Feyzullah abiydi arayan. Biz ona Feyzardamando Maradona deriz gerçi, ama o başka bir hikayenin konusu...

BALMED'in sitesinde ve ondan daha önce de İzmir'deki sürprizli yemekte duymuştum yelkenle ilgili birşeyler planlamakta olduğunu. Eski günlerimden kalan hevesle “ben varım” diye bir de mail atmıştım, ama bu telefon olayın ciddiyetini gösteriyordu. “Hadi bizim grupla başla” dedi Feyzullah abi, “Nurdan var, ben varım, hafta içi” dedi.. “Yarım gün, sabah.. insan kendine bir yarım gün ayıramayacak mı?” dedi. “Doğru tabi”, dedim “Başlarım ben de. Kaç hafta sonra başlıyoruz?”

(Malum yeni yıl geliyordu. Yeni yatırımlar yeni başlangıçlar yeni yıllara ötelenirdi. Bu eskimiş, köhnemiş, yaşattığı türlü tatsız olaylarla adını anı defterlerimize yazdırmış yılda başlayacak değildik ya..)

“Yarın” dedi Feyzullah abi...

Durum ciddiydi, randevu defteri ise, gariptir, sabahı boş göstermekteydi. Tamam dedim ve kararım kesinleşti. Ben bir karar alınca durum netleşene kadar kimseyle paylaşmam, ola ki biri caydırıcı bir laf eder diye. Bunda da öyle yaptım. Ortağıma söylemeyi erteledim, sekretere sadece biraz işim var dedim...

Ve Çarşamba sabah, saat altı buçukta heyecanla ve hevesle uyandım. Önerildiği üzre kat kat ve hatta kat giyindim. İçe kalın bir kilotlu çorap, üstüne yün çorap, fitilli kadife pantolon, tişört, boğazlı kazak, üste polar mont, en üste de kaz tüyü mont. (Kapıdan çıkarken oh buradan geçtim ama acaba arabaya sığacak mıyım diye düşünüp duruyordum tabi).

Benim yelken sevdam eskiye dayanır, denizle haşır neşir oluşum ise genetik denecek kadar eski. Adalı ve yüzücü bir annenin kızı olarak başladım yüzmeye ve Ankara'daki asistanlık günlerimde tüple daldım. Zorunlu hizmet yıllarında yaşayıp hayranı olduğum ve sonra eş durumundan hemşehrisi olduğum Amasra'ya bir yelken kulübü kurulacak olunca da ilk kıvılcımları başladı yelkenin. O sırada Ankara'da yaşadığım, Yelken kulübünün bakanlıktaki kuruluş işlemlerini yaptırdığım için Amasra Yelken Kulübünde bana bir kartvizit bastırıldı şakacıktan ve üzerine “karaların kaptanı” yazıldı. Sonraki yıllarda Amasra'ya yerleşip yelken kulübünün türlü organizasyonlarında yer alıp, birkaç kere 4.20 ile denize açılmış ve hatta flokçu olarak trapeze yatmışlığım ve trapezdeyken saçlarımı denizde yıkamışlığım olsa da, o gün bugündür gönlü denizde ve yelkende ancak ayakları karada bir kaptan olarak yaşar giderdim...

İşte Feyzullah abinin yelken yapalım önerisi bu nedenle benim için asla hayır denemeyecek bir eski sevdaya dokunmuştu.

Sabah Kalamış Yelken kulübünde buluştuk. (Tabi benim burada anlattığım kadar kolay olmadı buluşmamız; serde Fenerbahçe'lilik var ya, sabah Fenerbahçe Yelken Kulübüne gittim ve Kalamış'ı bulmam dipdibe olsalar da, o kadar kolay olmadı. Ama bu da başka bir hikaye). Buluşmadan sonra arabayla nedense gene Fenerbahçe Yelken Kulübüne geçtik (Derlerdi zaten, bir gün herkes Fenerbahçeli olacak diye). Feyzullah abiyle kucaklaşıp Nurdan ile tanıştık, çok tatlı, sıcakkanlı, birlikte denize açılabilecek kadar denir ya hani, öyle..

Hava gerçekten soğuk, teknede nasıl olacak acaba diye düşünüyoruz. Teknemizin marinada F10 da olduğunu adının da Mine (aslında ingilizce=benim) olduğunu biliyoruz, aramadayız. Cengiz kaptan ilerideki olsa gerek, tekneyi yıkıyor... Nasıl yani bu soğukta bize inat mı yıkıyor? Yok meğer buzlanmış tekne, üzerinden kaymayalım diye çabalarmış kaptan...

Teknemiz muhteşem. 13 metrelik, 2007 model bir Bavaria. Teknik detaylarını ben bilemeyeceğim, ama görünürde 3 kamarası, arkada iki dümeni ve upuzun kocaman bir ana direği var.

Teknede öğreniyorum ki bu klasik yelkenli değilmiş. Klasiklerde ana yelken bumbadan yükselirken bizim teknede ana direkte sarılı duruyor ve oradan çekiliyormuş. Bu da yarım saat kadar zaman ve pratiklik kazandırıyormuş. Tek dezavantaj yarışlarda balen konamamasıyken artık bu teknelere  yarış zamanı dikey balenli yelken çekilerek bu dezavantaj da aşılmış.

Tümüyle ıslak, parçalı buzlu güvertede üç nokta esasıyla, tutunarak yürüyoruz. Cengiz kaptan ilk iş bize çay demliyor, amaç sıcak birer çay sayesinde daha fazla üşümemeye çalışmak.

Sonra derse geçiyoruz. Elektrik donanımı, su sistemi, ısınma ve telsizle ilgili detaylardan sonra güverteye çıkıyoruz, ve ilk ders; tekne nasıl çalıştırılır?.

Teknoloji çok ilerlemiş, (bu sırada çocukluğumda yazları bindiğim kıçtan takma, uzun teli üstüste birkaç kez çekilerek belki çalıştırılabilen, pancar motorlu tekneler geliyor aklıma. Üç duyuya da seslenen, patapat gürültüsü, kesif mazot kokusu ve tabi motorun kaçak mazotundan suya yayılan ince gökkuşağı (deniz kuşağı?) harelerini sanki dünmüş gibi yeniden hissediyorum). Oysa bu bindiğimiz koca tekne tek parmakla bir düğmeye basarak ve ne bir ses ne bir denizkuşağı oluşturmadan çalışıveriyor. Bu kolaylığına rağmen ilk dersin heyecanıyla tekneyi kendimiz çalıştırma kuyruğunda çocuklar gibi şen ve hevesliyiz. Kolay mı, koca tekne bu...

Motorla marinadan ayrılıyoruz. Limanın hemen ağzında deniz üzerinde sonradan bir iki kez daha hissedeceğimiz nefis iyot, yosun ve balık kokusu var karşılıyor bizi. Nurdan'la ciğerlerimize çekiyoruz o kokuyu. Ders sürerken bir yandan da tekneyi inceliyor öğreniyoruz. Dümene geçip özgüven neymiş bir kez daha hatırlıyoruz.

Rüzgarın hızı tüm seyir süresince saatte 4 mili geçmiyor. Bu, benim anladığım kadarıyla denizde yer yer gördüğümüz sağanaklar bile yelkeni doldurmayacak demek. Yine de yelken açıyoruz, önce ana yelkeni ve sonra da cenovayı, rüzgara karşı, orsa seyrediyoruz. Bu rüzgarda bir arpa boyu yol gitmişizdir derken Kınalıada'ya ne kadar yaklaştığımızı farkediyorum birden, tepesindeki verici anteni sürüsünü görüverince... Rüzgar 2 mile düşünce çaresiz yelken toplanıyor. Sırada tekneyi baştankara ve kıçtankara park etmenin incelikleri var. İlk kez duyduğum daha önce neden düşünmediğime çok şaştığım bir şey söylüyor kaptan. Biz Türkler, Yunanlılar ve İtalyanlar gibi Akdeniz insanları tekneleri yaşam alanı karadan görülebilecek gibi kıçtankara yanaştırırken, batılılar mutlaka baştankara yaparlarmış, maksat teknedeki mahremiyet korunsun. Bir kez daha ne kadar şeffaf, sıcakkanlı ama bir o kadar da gösterişsever olduğumuzu farkediyorum bu bilgiyle...

Kaptanımız işini iyi bilmesi ve sevmesi dışında bir özelliği ile büyülüyor beni. Bildiği herşeyi öğretme sevdası. Yıllar önceye gidip, Karşıyaka'daki ehliyet kursunu hatırlıyorum. Değil paralel park, düz park etmeyi bile öğretmemişlerdi ve ben yalvararak “lütfen parketmeyi öğretmeden beni sınava almayın” demiştim de, adam “ohoo en kolayı parketmek, sen hazırsın çoktan” deyip bana ehliyetimi vermişti. Ha ne oldu, ben paralel parkı ancak yıllar sonra bir arkadaşımdan öğrenebildim. Oysa şimdi bu freni bile olmayan koca tekneyi, ilk günden kaptanın detaylı öğretileriyle sanal marinamıza, bir smart for two arabayı yol kenarına parkedermişçesine kolay parkediveriyoruz.

Denizdeyken hep farkettiğim bir şey var. Zaman duruyor. Karadayken ne yaptığımız, kim olduğumuz ve nelere kafamızı taktığımız kesinlikle anlamını yitiriyor ve başka bir boyuta geçiliyor. Bunu her deniz seferinde hissederim ya, işte yine oluyor. Gerçek dünyadan kopuyoruz ve sanki hep denizde yaşayacakmışçasına, balıklar, martılar ya da denizanaları gibi oranın bir parçası oluveriyoruz. Saate bakmasak akşamı ederiz yani, ama dönüş zorunlu. Karasal zorunluluklar ve sorumluluklar bizi bekliyor.

Dönüş yolunda kendimi “karaların kaptanı” rütbesinden “denizlerin miçosu” rütbesine yükseltmeye karar veriyorum, çünkü yol boyu dümen bende... Tekneyi burnunun dikine götürmek kolay, ama her rotadan sapışın birkaç dakika kaybettirdiği de bir gerçek. Kıyıya yaklaşıp, Kalamış açıklarındaki kayalıklara çarpmamayı başarıp, kaptanın kontrolünde marinaya bile giriyorum. Bu nasıl bir keyif, nasıl bir özgüven, anlatılır gibi değil, yaşamak gerek...

Ne yazık ki serüvenin ilk kısmı bitiyor. Bir sonraki sefere kadar teknemize veda ediyoruz. Artık tek dileğim, ikinci derste rüzgarımız bol, yolumuz neta olsun...

 

 

 

 

<<< geri

Diğer Yazıları:
 
eNroll® CM
BALMED, İzmir Koleji ve Bornova Anadolu Lisesi Mezunlar Derneği 2018