
Haşmet Babaoğlu (19.05.2006) |
Sabahın ilk ışıklarıyla İzmir Körfezi´nin kirli-deli mavisi gözümü alıveriyor. Motor mutedil, lastikler hışırtılı, rampa aşağı iniyoruz. Trafik ekipleri kamyonları seçip teker teker kenara çektiriyor. Kasaları yüklü, şoförleri yorgun kamyonlar... Kahvaltı sonrası Nebil´le Bornova Anadolu Lisesi´ne (BAL) konuk olacağız. Nebil uçakla gelecek ama ben saati yine uyduramamışım, erkenden Ege Palas´ın kapısında bitiyorum. Otelin güler yüzlü personeli biraz beklememiz gerektiğini, henüz odaların boşaltılmadığını belirtiyor. Dert değil! Alsancak´tayız. Akşamın terini, gecenin çapağını üzerinden atamamış sokakları güneş, ılık ışınlarıyla ağır ağır yıkıyor. Henüz mağazaların kepenkleri açılmamış. Beyaz kulaklık kordonlu I-pod´larıyla birkaç genç adam, enerjik adımlarla geçiyor önümüzden. Gevrekçilerin önünde dört beş kişilik kuyruklar var. Gazetelerimizi alıp Reyhan Pastanesi´ne kuruluyor, çayımızı içip zeytinli açmamızı kemiriyoruz. İşte yine İzmir´deyiz! Bundan iyisi can sağlığı...
*** Tam Bornova Anadolu Lisesi´ne gitmek üzere yola çıktığımızda cep telefonuma mesaj düşüyor. "Danıştay´a saldırı. Danıştay üyeleri silahla tarandı. Bir ölü, dört yaralı var..." Bütün tadımız kaçıyor. Ne yalan söylemeli, biz gencecik çağlarını 70´lerde bırakanların bir süredir korkuyla beklediği gelişmeler bunlar! O uğursuz ve kanlı tezgâhların ne zaman, nasıl sahneye konulmaya başlandığını biliyoruz çünkü, kahrolası bir ezber bu bizim için... Üstelik hayatlarımızın kırk yılını alıp götürmüş bir siyasinin de son günlerde durmadan söz alıp siyasal imalarla ortalığı iyice bulandırdığını da hatırlayınca moralim sıfıra iniyor. Aşar Türkiye, bu pis gerilimi; topluma egemen dar kafalılıktan ekmek yiyen bu kanlı oyunları aşar, diyeceğim de...
Olan ölenlere oluyor, bir. Ülke deli gömleğini bir türlü yırtıp atamıyor, iki. Ve ne yazık ki bizim sıradan ömürlerimiz, siyasal-sosyal huzura eremeden geçip gidiyor, üç.
***
BAL´dayız. Ağaçlar arasından okulun eğitim vakfının bulunduğu binaya yürüyoruz. Burası benim için her şeyden önce Mehmet Eroğlu´nun, Yiğiter Uluğ´un, Yankı Yazgan´ın, Ece Temelkuran´ın, Elif Ergu´nun, Cenap Adaş´ın okulu. Hele yıllar boyu zamanında yatılı okumuş Yiğiter´den öyle güzel okul hikâyeleri dinlemiş, onun vasıtasıyla öyle bal karakterde BAL´lılarla tanışmışım ki, zaman zaman içimden "keşke ben de bu okulda okumuş olsaydım" diye geçirip hayıflandığım olur. Neyse vakit geliyor; geçmişte Giroud ailesi malikânesinin havuzunun bulunduğu yere yapılan amfide bizi bekleyen öğrencilerin karşısına geçiyoruz. Üzerlerindeki beyaz gömlekler gibi temiz, hatta sözcüğün tam anlamıyla pırıl pırıl çocuklar. Yüzleri güneşli, gözleri sımsıcak. Alabildiğine içten sorular soruyor, hiç kendilerini kasmadan kafalarını kurcalayan ne varsa dile getiriyorlar. İçim açılıyor. Nebil´le benim, sabahki haberle bozulan morallerimiz yerine geliyor. Toplantı bittikten sonra birkaç felsefe, edebiyat seven öğrenciyle ayrıca laflıyoruz. Sıkıntılarıyla, kafalarını meşgul eden sorularıyla nasıl güzel ve olgunlar! İçlerinden biri bir fırsatını bulup "hepsi bir yana da ağabey, bu ergenlik denen bela için söyleyecek lafın var mı?" deyince gülüşüyoruz hep birlikte. Ah, ergenlik! O hüzün burcu! Çocuk değilsin artık, biliyorsun ama hâlâ yetişkinden de sayılmıyorsun! Ne berbat bir sıkıntıdır, bilmez miyim. Sohbetten zor kopuyorum. Vedalaşıp ayrılıyoruz Bornova Anadolu Lisesi´nden. Aklım o güzel, o şair, o filozof çocuklarda kalıyor. Tam o sırada Elif´ten mesaj geliyor bu kez: "Okulumu, o günleri özledim. Ne işin var ya orada, kıskandım vallahi!.." Artık sıra günü Urla İskelesi´nde kapatmaya geldi. Sahil Restoran´da ben, Nebil, Cenap ve Ayşe bir masaya kurulup şu dalgalı denizi andıran hayata sevgilerimizi sunuyoruz... O da masamıza kalamar, mercan ve barbun gönderiyor.
|