Tüm BAL mezunu büyüklerime ve kardeşlerime yeniden merhaba.Uzun sayılabilecek bir süredir film yorumlayamadım burada.İster vakit darlığı diyin ister iş yoğunluğu.Ancak hayranı olduğum aktör ve yönetmen Clint Eastwood’un vizyona yeni giren “Gran Torino” sunu izleyince, bu filmi mutlaka sizlerle paylaşmak istedim.
Öncelikle “Gran Torino”ne demek onu açıklayalım,bu; kahramanımız Walt’un 1972 yılından beri titizlikle sakladığı üzerine titrediği gerçekten de çok güzel olan Ford -Gran Torino marka arabası.
Walt Kowalski (Clint Eastwood) hayatı boyunca Ford fabrikasında işçi olarak çalışmış ,Ford’dan başka araba tercih etmeyen,çevresindeki Asyalı göçmenlere ırkçı yaklaşımlar sergileyen, Polonya asıllı beyaz bir Amerikalıdır.
Artık 80’li yaşlarını sürmekte olan bu huysuz ihtiyar son derece sert bir karakter.(Burada” klasik Clint Eastwood “dediğinizi biliyorum).1950’lerde ABD ordusunda Kore savaşına katılmış ve çok sayıda adam öldürmüş ve bundan ötürü senelerdir vicdanıyla hesaplaşan Walt, mütevazı ancak temiz ve son derece titiz davrandığı bir evde köpeği ile birlikte yaşamını sürdürmektedir.
Oturduğu semtteki tüm beyaz Amerikalı komşuları geçen uzun yıllar içinde ya ölmüşler ya da evlerini göçmenlere satıp başka semtlere taşınmışlar.Walt ,filmin başlarında karısının da ölümüyle bu göçmenlerle dolu mahallede yapayalnız kalıyor.Bütün komşuları geleneklerinine sıkı sıkıya bağlı Hmong aileleri (Uzakdoğulu bir ırk) ve Walt onlardan nefret ediyor.
Bir gece yan komşusunun 17-18 yaşlarındaki oğlu Thao ,o civarın gençlerinden oluşan bir Hmong çetesinin kışkırtması ve zorlamasıyla Walt’un Gran Torino’sunu çalmaya teşebbüs ediyor.Eski bir asker olan Walt elinde tüfeği ile Thao’yu yakalıyor ve bundan sonra Hmongların yaşamına istese de istemese de dahil olmak zorunda kalıyor.
50’li yaşlarını sürmekte olan 2 oğlu ,gelinleri ve şımarık torunları ile hiç bir zaman düzgün bir iletişim kuramamış olan Walt, ırkçı tutumlar geliştirdiği Hmonglara, Thao ve onun ablası Sue sayesinde zaman içinde sempati duymaya başlar. Özellikle Walt’un Thao’yu gerçek bir erkek gibi yetiştirmek için çaba sarfettiği sahneler ve ortalama sinema seyircisine sıkıcı gelebilecek olan uzun diyaloglar son derece esprili bir şekilde işlenerek filmin gelişme bölümüne hakim oluyor.Sonlara doğru ise herşey yolunda gidiyor gözükürken Hmong çetesinin işleri berbat etmesi Walt’u yeniden sertleşmeye mecbur bırakıyor.
Clint Eastwood ;başı,ortası,sonu belli klasik sinema kalıpları içinde filmini çeken bir yönetmen.Son yıllarda moda olan ,birbirine grift bir şekilde karışmış ve izlerken seyirciyi gerçekten de yoran kurgu tekniklerine pek yüz vermiyor.(Sondan ya da ortasından başlayan sürekli flashbacklerle geriye ya da ileriye giden filmler)
Oldukça durağan bir şekilde devam ederken birden gerilim yaratan ve etkileyici bir finalle sona eren Gran Torino’daki tarz yönetmenin önceki şahaserleri Unforgiven (Affedilmeyen) ,Perfect World (Kusursuz Dünya) ve Million Dolar Baby’deki tarzıyla birebir örtüşüyor.Hem yönetip hem de oynadığı bu filmlerin ilkinde 60’lı yaşlarını süren bir kovboy,ikincisinde yine aynı yaşlarda bir polis şefi diğerinde ise 70’li yaşlarında bir boks antrönönü canlandırıyordu.Gran Torino’da ise artık 80 yaşında olan huysuz ,aksi ,asabi bir Kore Gazisi rolünde.Ancak hala yakışıklı ve fit göründüğünü belirtmek gerekiyor.
Belki Clint Eastwood ilk gençliğinden beri sürekli sert karekterleri canlandırdığı için oyunculuğunun hep aynı düzlemde olduğu eleştirisi getirilebilir ancak ben ve eminim hayranları tam da bu sebeple onu seviyor.
1960’lı yıllarda kendisine dünya çapında ün kazandıran Sergio Leone üçlemesi “A Fistful of Dollars”, “For A Few Dollars More” ve serinin sonunda efsaneleşmiş bir kült olan “The Good,The Bad and The Ugly” filmlerinde canlandırdığı “Sarışın” karakteri hemen hemen hepimizin çocukluğunda öykündüğümüz bir tiplemedir.Kafasından hiç çıkarmadığı şapkası ,sırtında sürekli taşıdığı pançosu(bir tür pelerin) ve ağzının kenarında her 3 filmde de püfür püfür yanan ince purosu ile hafızalarımızda yer etmiştir.Son derece hızlı silah çeken bu “kelle avcısı” tiplemesinde elde ettiği popülerlik , ilerleyen yıllarda Clint Eastwood’u bir başka efsane sinema karakteri olan “Dirty Harry” rolüyle buluşturmuştur.
1970’lerde kendi kurallarını uygulayan,hukuku hiçe sayan ,suça ve suçluya sert ve acımasız bakış açısıyla tüm çevrelerde tartışmalara yola açan Dedektif Harry Callahan karakteri öylesine tutmuştur ki;“Dirty Harry” filmleri de seri halinde peş peşe gelmeye devam etmiştir.Dirty Harry tiplemesi neredeyse 40 yıldır çekilen tüm polisiye filmlerdeki sert ve kendi kurallarını uygulayan polis imgesine ilham olmuştur.Seyirci özellikle iyi-kötü çatışmasının üzerine bina edilen bu tür filmlerde finalde mutlaka intikam ister.Eski Yunan tragedyalarında ve devamında gelişen tiyatro oyunlarında ve en nihayet sinemada seyircinin finalden hemen önce yaratılan çatışma-gerilim duygusunun içine girmesi istenir.Klasik Dramanın bu en temel kalıbında ,seyircinin rahatlaması ancak bu intikam isteğininin ve kötülüğü simgeleyen her neyse onun yokedilmesi ile sağlanır.Buna film ve drama dilinde “Katharsis” denir.Eski yunancadan gelen bu sözcük “korku ve gerginlik yaratan durumdan arınma” anlamındadır.
İşte Clint Eastwood filmlerinin hemen hepsinde seyirci final öncesi gerilir ve sonunda kahramanımızın kötüleri yok etmesiyle Katharsis duygusu sağlanmış olur.Gran Torino’da ise büyük usta belki de ilk kez bu duyguyu tam tatmin etmeden filmini bitiriyor.Bu kez farklı bir bakış açısıyla değişik bir final çekmiş.
Filmde özellikle o semtin genç rahibi ile Walt’un kurduğu komik diyaloglar ve günah çıkarma sahnesi ,Hmongların geleneksel aile yaşamlarına Walt’un bir şekilde dahil olduğu ev içi sahneler ,sürekli gittiği Berber ile sohbetleri , oğulları ile gelinleri ve torunlarıyla yaşadığı iletişim sorunu çok güzel işlenmiş.Hmong çetesine karşı sergilediği mücadelede zaman zaman Dirty Harry çağrışımları sezilmiyor değil.Thao ve Sue ile kurduğu tatlı-sert iletişimi ise ben çok beğendim.
Filmde sigara ve alkolle ilgili bir de parantez açmak gerekiyor.Clint baba 80 yaşında ama filmin başından sonuna kadar pofur pofur sigara, lıkır lıkır bira içiyor.Belki karakterin sert özelliğini vurgulamak için bunu bilerek yapıyor ancak o yaşta birinin 25 yaşındaki bir genç gibi sigara ve alkol tüketmesi yadırganabilir.
Filmlerde bu kadar çok sigara içen benim bildiğim 3 karakter daha var.Birisi “Scarface” de sürekli kalın Küba Purosu içen Al Pacino ,birisi “Casino”filminin her sahnesinde sigara tüttüren Robert De Niro ve “İyi ,Kötü,Çirkin”de adeta dudağının kenarına monte edilmiş ince purosuyla yine Clint Eastwood.
Bu parantezi kapattıktan sonra ,Oscar’a ve ödüllere doymayan Clint Eastwood’la ilgili son yorumumuzu yapalım.Ben kendisini Mimar Sinan’a benzetiyorum.Tarihe merakınız varsa ve Mimar Sinan’ın hayatını incelediyseniz,onun bugün tüm dünyanın hayran olduğu en önemli eserlerini 60 yaşından sonra yaptığını bilirsiniz.Neredeyse 1 asırlık ömür süren Mimar Sinan, eserlerini bizzat kendisi “Çıraklık,Kalfalık ve Ustalık dönemleri “ne ayırarak sınıflandırmıştır.Buna göre 60’lı yaşlarını çıraklık,70’li yaşlarını kalfalık ve 80’li yaşlarını ise Ustalık dönemi olarak tanımlar.İstanbul silüetinin olmazsa olmazı Süleymaniye şaheserini yaptığında 70 yaşında kalfa ,en önemli eseri olarak bilinen Edirne’deki Selimiye Camiini bitirdiğinde 85 yaşındaki ustadır örneğin.
İnsanların önemli bir kısmının 60 yaşından sonra emekli olduğu ve kahve köşelerine çekildiği ,”artık benden birşey olmaz” dediği düşünülürse, hem Mimar Sinan’ın hem de Clint Eastwood’un 80 yaşında ürettiği eserlere şapka çıkartmaktan başka ne yapılabilir ki...
EMRE FIRINCI´92
10.03.2009