Cumartesi sabahı. Saat 06.45. Saatin alarmı çalıyor. Ben cin gibi fırlıyorum yataktan. Hemen aklımdaki eşyaları atıyorum bir sırt çantasına, bir de tabii düzgün bir kumaş pantolon, bir gömlek Ata’nın huzuruna çıkarken giymek için.
Sanki hafta içi her sabah yataktan sürünerek kalkan ben değilim. Ama bugün gerçekten çok özel bir gün.
Bülent beni Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin otoparkına kadar getiriyor. İner inmez Elif, Berna, Ufuk ve çocukları seçiyorum uzaktan. Tam o sırada Güldenlerin arabası yanaşıyor. Güldenle 9 yaşındaki kızı Lale iniyor. Lale en önemli iki şeyini yüklenmiş. Yastığını ve saç fırçasını.

Toplaşıyoruz otoparkın önünde, kocaman bir aileyiz. Üzerimizde BAL t-shirtlerimiz.

Yolun karşısından el sallıyorlar, Avrupa yakası gelmiş bile otobüsle. Ayaküstü bizi Bolu’ya kadar idare edecek bir şeyler atıştırıveriyoruz. Biraz oyalanarak Didem ve Kaya’yı bekliyoruz. Otobüs kalkışımız 7:50yi buluyor. İstikamet Bolu Berceste Tesisleri.
Sucuklu yumurta, menemen, börek, açık büfe kahvaltı,

leylekler, salıncaklar, yeşil çimenler, karnımız doydukça ayılıyoruz. Berceste’nin İşletmecisine “bir kepçenin, bir de çocukların hesabı yapılmaz” şeklinde ufak bir esnaf ders verdikten sonra otobüsümüze biniyoruz tekrar.

Buralara kadar gelmişken Adapazarı Oto Sanayiyi görmeden geçmek olmaz diyoruz. Tabi gitmişken bir de otobüsün kayışını değiştiriyoruz. Çok iyi fikir. O yol, klimasız geçmezdi. Bir de kuaför bulsak süper olacaktı ama sadece oto kuaförler varmış etrafta.

Yolda seyahat scrabble’ı çıkıyor çantadan. Bilmeyen arkadaşlara itinayla öğretiliyor, dilbilgisi ve takılar üzerine uzun uzun yorumlar yapılırken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz.

Nitekim öyle hızlı geçmiş ki artık bir yerde durup resmi giysilere geçmeye zamanımız kalmıyor. İlk grup erkekler geçiyor otobüsün arkasına, sonra kızlar ve çocuklar. Pantolonlar, gömlekler, ceketler… Artık her şey tamam. Sadece Anıtkabir’i bulmak kalıyor geriye.
Ankara Belediyesi, Ankara’nın neredeyse simgesi haline gelmiş olan Anıtkabir’i gizlemiş yabancılardan. Ne bir Anıtkabir ne de Anıttepe tabelası var geçtiğimiz yollarda. Eski ODTÜ mezunlarımız yol tarifini Mahir’e bırakmış görünüyor. Neyse ki sora sora Bağdat bile bulunurmuş. Son kavşaktayız. Feyzullah Abi bilmem kaçıncı telefonu yanıtlıyor. “Tamam bekleyin, şimdi girmek üzereyiz”.


Kapıda karşılıyorlar bizi, tüm askeri personel bizi bekliyor, otobüsü içeri kadar alıyorlar. Koşa koşa ters istikametten tören alanına çıkıyoruz. Arslanlı Yol’un sonunda bekleyen diğer BAL’lı ve Maarif Kolej’li arkadaşlara el sallıyoruz. Şimdi ekip tamam.



Heyet Başkanımız Feyzullah Arda’nın arkasında 4 erli sıralanıyoruz. Çocuklar bile farkında bu sihrin. Artık kendi isimlerimiz yok. Ayşe/Fatma/Ahmet/Mehmet değiliz. Büyük bir mücadelenin ardından kurulmuş Cumhuriyetin emanet edildiği çocuklarız, gençleriz, dünün küçükleri, bugünün büyükleriyiz, yarının büyüklerinin ebeveyniyiz.

Refakat subayının eşliğinde, önde çelengimiz uygun adımlarla yürüyoruz. Merdivenlerden ağır ağır çıkıyoruz. Diğer ziyaretçilerin bakışları altında kortejimiz orta kapıdan giriyor.
Ve Atanın huzurundayız. Her birimiz içinden kendi hesabını veriyor herhalde. Biraz sıkıntılıyız, Kendi adıma “böyle gelmemeliydik buraya belki de” diye düşünüyorum. Başımız o kadar da dik değil sanki. Nasıl bir mirasa konduk ve nasıl bir mirasyedi gibi davranıyoruz. Ama en azından biz buradayız. İçimizden bir kez daha söz veriyoruz O'na



Çelengi bırakıp, saygı duruşunun ardından çıkıyoruz salondan.

Müzenin girişindeki Anı Defterine yazıyor Feyzullah Abi: “Emanetinin yılmaz bekçileri olarak minnet ve şükranlarımızla…”
Rehber eşliğinde Kurtuluş Müzesini gezerken, o dönemi sanki bizler de yaşıyoruz. Adım adım , tablo tablo….



Turumuz Müzenin sonundaki Cafe’de sonlanıyor. Artık biraz dinlenmeyi hak ettik. Çay, kahve sohbetleri kapanışa kadar sürüyor. Artık kalkmamız gerekiyor, ama gitmeden bir fotoğraf çektirmezsek olmaz. Tekrar tören alanına dönüyoruz. 2,5 yaşında ve grubumuzun en genç üyesi Alp Büküşoğlu fotoğraf için sıraya geçerken biraz önceki kortej sırasında kendisine verilen uyarıyı bu kez kendi kendine tekrarlıyor :”anne baba demek yok” J
Artık bir köşesi soyunma odası haline gelmiş olan cefakâr otobüsümüzde filmi geri sarıyoruz. Tekrar kotlarımıza kavuştuk. ODTÜ Mezunlar Derneği bize bu akşam evsahipliği yapıyor. Ancak masaya geçmek için saat henüz çok erken. Havuz başına alıyorlar bizi. Soğuk bira ve patatesle günün yorgunluğunu atarken bir sonraki gezinin planlarını yapıyoruz.




Ankaralı Ballıların gelişi ile birlikte masamızdayız. Kahkahalar, sohbetler en güzelinden. Çocukları adeta unutuyoruz. Parkta inanılmaz eğleniyorlar. Tek sorun zamanı durduramamak.
Artık yolcu yolunda gerek. Ama neyse ki dağılmıyoruz, sanki birer yatılı öğrenciyiz, günün kritiği otobüste devam ediyor gecenin ilerleyen saatlerinde. Dönüş yolunda yine Bolu’da mola veriyoruz. Yaban mersini almamız gerekiyor yaşlanmamak için. Ve seneye bu güzelliği tekrar yaşamak için..
Ve gün sabaha kavuştuğunda İstanbul’dayız. Sanki 24 saattir ayakta değiliz, sanki 800 km yol yapmamışız…
Büyük olasılıkla bende problem var. Yine “iyi ki gelmişim” diye dönüyorum evime.

Aysun Özbilek´84
Resimler için Elif Ongan´84 ve Kaya Küskü (baldamat) ye teşekkürler...